KERiME YILDIZ - VAHDET
Ramazan ayı yaklaşınca şehir ve köylerde, herkes kendi maddî kuvvetince Ramazan hazırlığı yapardı. Mutfakların eksiği tamamlanır; evler, câmiler ve sokaklar temizlenirdi. Gelecek misâfir, en güzel şekilde karşılanırdı.
“TENBİH VAR, AKŞAM CÂMİYE BUYURUN”
Osmanlı Devleti’nde, Ramazan’dan birkaç gün evvel, “tenbihname" yayınlanırdı. Ramazan’ın rahat ve huzûrlu geçirilmesi için bâzı dinî ve içtimâî kurallar hatırlatılırdı. Akşama doğru bekçiler mahalleleri dolaşarak, “Tenbih var; akşam câmiye buyurun.” diye bağırırlardı. İmam ve vâizler, câmilerde; bekçi ve tellallar, sokaklarda tenbihleri ilan ederlerdi. Tenbihnâmeler, Sultan 2.Mahmud döneminden itibaren, Osmanlı Devleti’nin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekâyi’de ilan edildi. Ayrıca broşür olarak bastırılıp halka dağıtıldı. Tenbihlere uymayanlara ağır cezâlar verilirdi. Halkın dini kurallara uyması, sokaklarda bir şey yenilip içilmemesi, kadınların giyim-kuşam ve hal-hareketleri tenbihnâmelerin konularındandı. Mühim bir tenbih de yiyeceklerin, özellikle et ve ekmek fiyatlarının korunarak halkın mağdur edilmemesiydi.
ZAMLAR ERTELENİRDİ
Ramazan’da halkın yiyecek sıkıntısı çekmemesi için tedbirler alınırdı. Gıdaların fiyatları belirlenir; liste hâlinde esnafa dağıtılırdı. Esnafın uyup uymadığı teftiş edilirdi. Özellikle ekmek ve et üzerinde durulurdu. Ramazan ekmeği ve çöreğinin şekli, ölçüsü ve fiyatı fırıncılara bildirilirdi. Et olarak koyun eti makbuldü. Ramazanda artan et ihtiyacı için tedbir alınır; dışarıdan et getirilirdi. Yiyeceklere zam yapmak gerekse bile Ramazan’dan sonraya ertelenirdi.
Pâdişahlar, tebdil-i kıyâfet gezerek halkın mağdur edilip edilmediğini murâkabe ederlerdi.
RÜYET-İ HİLÂL
Ramazan, hilâlin görülmesi ile başlardı. Bu iş, İstanbul Kadılığı’nın uhdesindeydi. Şaban’ın 29. günü hilâl gözlenmeye başlanırdı. Hilâli görenler, iki şâhitle birlikte, Şeyhülislam Kapısı’nda dinlenir; sonra, şeriyye kaydı tutulurdu. Ayrıca, sadrazam ve pâdişaha i’lâm giderdi.
Süleymâniye Câmisi minâresinde hazır bekleyen kandilciler, kadılıktan gelen işaretle bütün minârelerdeki kandilleri yakarlardı. Ardından, diğer câmilerdeki kandiller yakılırdı. İstanbul, bir anda ışıl ışıl olurdu. Süleymaniye’deki kandiller yanınca, Topkapı Sarayı’ndaki Bağdad Seferi hâtırası olan top üç kere ateşlenirdi.
Eğer hava kapalı olur da hilâl görülmez ise Şaban ayı 30 gün kabul edilirdi. Bu otuzuncu güne “yevm-i şekk” yâni, şüpheli gün denirdi.
TİRYÂKİLERİN HÂLİ
Ramazanın gelişi tatlı bir telaşa sebeb olurken tiryâkileri de sıkıntı basardı. Tiryâkilerin hâlini anlatan nükteler çoktur. Hilâli görmeyince oruca başlanmayacağına sığınan bir tiryâkinin, gökyüzüne bakmadan yürürken bir su birikintisinde hilâlin aksini görüp “Bâri gözüme gir mübârek. Anladık geldin.” dediği meşhurdur. Afyonu patlamak sözü de tiryâkilerden gelir. Sahurda kağıda sardıkları afyonu yutarlarmış. Kâğıt midede geç vâkit eridiğinden, böylece afyon ihtiyaçlarını telâfi ederlermiş.
RAMAZAN SOFRALARI
Başta Topkapı Sarayı olmak üzere köşklerde ve konaklarda herkese açık sofralar kurulurdu. Dâvete gerek olmadan herkes gelip iftar edebilirdi. Sofralarda çeşit çeşit iftâriyelikler, pideler, çorbalar, et yemekleri, pilavlar, şerbetler, tatlılar vs. olurdu. Ezan okununca iftâriyeliklerle başlanır; arkasından akşam namazı kılınırdı. Namazdan sonra ana yemeğe geçilirdi. Böylece, hem akşam namazı açlık telaşı ile hızlı kılınmaz hem de mide birden doldurulmayarak şişkinlik yapması engellenirdi. Terâvih namazından sonra da ikramlar devam eder sahura kadar süren sohbetler yapılırdı. Genellikle sahur yemeğini herkes kendi evinde yerdi. Sahur sofralarında tok tutan yiyecekler tercih edilirdi.
Sabahlara kadar uykusuz kalındığından devlet dâirelerinde mesâi geç başlar; ikindiye doğru tatil edilirdi. Lüzûmu hâlinde, iftardan sonra açılan işyerleri vardı.
SÛRE SOFRALARI
İftar verilen bir eve gelenler arasında ayrım olmaması için uygulanan sûre sofraları, en güzel Ramazan âdetlerden biriydi. Kuran sûrelerinin yazdığı şimşir kaşıklar kapıda misafirlere dağıtılır; misafir de kaşıktaki sure adının yazıldığı sofraya otururdu. Bu kaşıklar daha sonra yakılır ve külleri gül bahçelerine serpilirdi.
HUZÛR-I HÜMÂYÛN DERSLERİ
Huzûr dersleri, Saray’da uygulanan tefsir okuma geleneğiydi ve padişahın huzurunda yapılırdı. Ramazanın ilk gününde başlar; haftada iki gün olurdu. Tefsir, mukarrir denilen âlimler tarafından okunduğundan bu meclise “mukarrirler meclisi” de denirdi. Tefsirin yanında, müsbet bilimler hakkında da konuşulur; edebî sohbetler yapılırdı. 3. Mustafa Han zamanında 1759 yılında başlayan bu dersler, 1923’de sona erdi. Sona erdiğinde, Nahl Sûresi’ne gelinmişti.

SİLİN BORÇLARI..
Ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mahallelere gidip bakkal, manav, kasap dükkânlarına girer; onlardan zimem denilen veresiye defterini çıkarmalarını isterlerdi. Artık gönüllerinden ne koparsa o kadar sayfayı kopartıp yırttırır ve “Silin borçlarını..” diyerek çekip giderlerdi. Borcu ödeyen de borcu ödenen de birbirini tanımazdı. Kimse kimseye minnet etmezdi. Bâzen, defterin tamamını silen zenginler olurdu.
Ayrıca fırınlarda, askıda ekmek geleneği vardı. Hayır sâhiplerinin parasını ödediği ekmekler ayrılır; fakirler bu ekmeklerden alırlardı.
Ramazan’da o kadar çok hayır işleyen olurdu ki hayır cemiyetleri işsiz kalırdı.
DİŞ KİRÂSI
Ramazan’da, dâvetli veya dâvetsiz gelen herkese, “diş kirâsı” denilen hediyeler verilirdi. Bu, para veya gümüş yüzük, tabaklar, kehribar teşbihler gibi hediyelik eşya olurdu. Diş kirâsının, iki anlamı vardı.
Birincisi, ev sâhibine sevap kazandırmak için çekilen eziyete teşekkürdü. Yâni, “Zahmet edip geldiniz. Mütevâzi yemeğimi yiyip bana sevap kazandırdınız. Dişleriniz yıprandı. Teşekkür ederim.” demekti.
İkinci anlamı ise iftâra gelen fakirlere belli etmeden sadaka vermekti.
Köşk ve konaklardaki iftarlar ve diş kirâsı, İkinci Meşrutiyet’den sonra sona ermeye başladı.
MAHYA GELENEĞİ
Minâreler arasına kandillerle yazılan yazılara mahya denir. Bir rivâyete göre, Sultan I. Ahmed Han döneminin meşhur hattatlarından Fâtih Câmii müezzini Hâfız Kefevî son derece sanatkârane işlemiş olduğu bir levhayı pâdişaha sunar. Levhayı çok beğenen Sultan, Kefevî'den levhayı ışıklandırarak kendi yaptırdığı Sultanahmed Câmii'nin minareleri arasına asmasını ister. Kandillerle ışıklandırılan levhanın Sultanahmed Câmii'nin minâreleri arasına asılmasıyla da ilk mahya kurulmuş olur. Târih, 1616 veya 1617’dir.
Mahyacılık, Osmanlıya has bir sanattır. Mahyalar, sâdece yazı değil, resim şeklinde de olurdu. Resimli mahyalar, Ramazan’ın on beşinden sonra asılırdı. Mahyalar için Evkâf Nezâreti’nden tenekelerle zeytinyağı gelirdi.
Önceleri sâdece selâtin câmilerine asılan mahyalar, daha sonra başka câmilere de asılmaya başlandı. Hattâ, mahya asılabilmesi için minâre eklenen câmiler dahi vardı. Tek minâreli câmilere mahya asılamadığı için, minârenin tepesinden aşağıya kandiller sarkıtılır; buna da kaftan giydirme denirdi.
MUHÂCİRİ UNUTMA!
Mahyalarda neler yazmazdı ki… Âyet-i kerimeler, Esmâ-i hüsna, Besmele, Maşallah, Yâ şehr-i Ramazan, Elhamdülillah, Yoksulu Unutma, Fakiri Unutma vs. İlginç sözlerden birisi de “Muhâciri Unutma”ydı. 19. asırda savaşlar sebebiyle Osmanlı Devleti’ne çok muhâcir geliyordu. En büyük Muhâcirin hatırına yardım edilen bu muhâcirler, Ramazan’da da unutulmazdı.
Ramazanınız mübârek olsun. Daha doğrusu Ramazan hepimizi mübârek etsin. Ülkemizde çok muhâcir var. En büyük MUHÂCİRİN hatırına, onların duâsını almayı ihmâl etmeyelim.









































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.