İki Mehmed'in Fetih rüyası

“Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan; feth eden asker, ne güzel askerdir” HZ. MUHAMMED (S.A.V)

Peygamberimizin müjdesinden beri Müslümanların sevdâsı olan İstanbul’un fethi, İslâmla şereflenince Türk’ün de sevdâsı oldu. Hattâ, kara sevdâsı oldu. Komutanı, askeri, evliyâsı hep aynı rüyâyı gördü. 

AKŞEYH

Asıl adı Muhammed Şemseddin. 1389 yılında Şam'da doğdu. Babası Kurtboğan lakablı Şeyh Hamza’nın soyu Hz. Ebubekir'e uzanır. Küçük yaşta babasıyla Amasya'ya gidip iyi bir eğitim aldı. Çok zeki idi. Müsbet bilimlerdeki tekâmülünden sonra hakikat ilmini de öğrenmek istedi. Bir rüyâ üzerine yollara düştü. Önce, Ankara'ya gidip Hacı Bayram-ı Veli'ye intisab etmek istedi. Ama O'nu dervişleriyle halktan yardım toplarken görünce itibar etmedi. Oysa bu yardımlar fakirlere dağıtmak için toplanıyordu. Yönünü Haleb'e çevirdi. Haleb'e yaklaşınca bir gece rüyâsında boynunda bir zincir gördü. Zincirin ucu ise Hacı Bayram’ın elindeydi. Tâbire gerek olmayan bu rüyâ üzerine Ankara'ya döndü. Ancak, ne Hacı Bayram ne de dervişleri ona ilgi gösterdi. Yemek vakti gelince sofraya çağrılmadı. Bunun üzerine nefsine kızıp "Pis nefsim sen buna layıksın." diye köpeklerin çanağından yemeğe başladı. Bu hâli gören Hacı Bayram "Gel köse gel! Yaktın beni." diye yanına çağırdı. Kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerledi. Bir rivâyete göre riyâzetde ilerleyip nurlandığına dâir şeyhinden iltifat aldığı için “Akşeyh” ünvânını aldı. Yüzünün aydınlık, saçlarının beyaz olduğu ve hep beyaz giyindiği söylenir.  

RAVZÂ-İ MURAD’DA AÇAN GÜL

Akşeyh, hocasının yanında yol alırken, 1432 yılının bir Mart sabahında, Edirne Eski Saray'da 2. Murad Han’ın Hüma Hatun'dan bir oğlu dünyaya geldi. Müjde verildiğinde Fetih sûresini okumaktaydı. Hamd ederek şu sözleri söyledi:

"Ravzâ-i  Murad'da gül-i Muhammedi açtı." Sonra, Mehemmed'in doğumu şerefine âleme gülâb-ı meserret saçılmasını emretti.

İKİ MEHMED’İN BULUŞMASI

Mehmed henüz beşikte iken, babası Sultan Murad, Hacı Bayram-ı Veli'yi Edirne'ye dâvet etti. Büyük veli, talebesi Akşemseddin ile Edirne'ye gitti. Sultan onlara saygıda kusur etmedi. Hacı Bayram'ın elini öpmek istese de hazret izin vermedi. Zîrâ, "Han büyüğü Allah'dır" düstûrunca, Şeyh Edebali'den beri, pâdişahların cihan sultanı olduklarını hissetmeleri için gayret gösterme geleneği vardı. Sohbet esnâsında içeriye, beşikteki bebek getirildi. İstanbul sevdâsı ile yanıp tutuşan Murad-ı Sânî, nihâyet cesâret bulub fethi görüb göremeyeceğini sorunca, Feth-i Mübin'in beşikteki bebeğe ve köse dervişe nasib olacağını öğrendi. Bu hâdiseden sonra küçük Mehmed, terbiyesi için Akşeyh'e emânet edildi. 

FETİH RÜYÂSI

İşte iki Mehmed'in buluşması böyle oldu. Emânet, ehil eldeydi artık. Hoca-talebe, Manisa Sarayı'nda bol bol İstanbul'un fethine dâir sohbet ettiler. Şehzâde Mehmed, fetih rüyâsını sâdece uykusunda değil, uyanıkken de gördü. Sultan Murad Han ise oğlu 12 yaşına gelince dede vasiyeti bir an evvel yerine gelsin, yâni, “İstanbul'u alıp gülzar etsin” diye tahtdan ferâgat etti. Fakat, haçlıların bir çocuğun tahta geçmesini fırsat bilip toplanması üzerine yeniden tahta geçmesi istendi. Sultan, bunu kabul etmeyince genç sultan, meşhur mektubunu babasına gönderdi.

 Eğer pâdişah siz iseniz ordunuzun başına geçin. Ben isem emrediyorum, ordumun başına geçin.

Sultan Murad Han, yeniden tahta geçti. 1451’de vefât edene kadar, İstanbul'un fethi esnâsında batıdan gelecek tehlikeleri bertaraf etti. 

Genç Mehmed tahta çıkınca, Akşeyhi ile beraber gördüğü fetih rüyâsını gerçekleştirmek için harekete geçti. Toplar döküldü. Gemiler karadan yürütüldü. Akşeyh, her dâim Mehmed’in yanındaydı. Fetih esnâsında, muhâsara uzayınca Sultan Mehmed'i vazgeçirmeye çalışanlara karşı durdu ve O'nun zaaf göstermesine müsâade etmedi. Fetihden sonra şehre girerken Bizans halkı Akşeyh'i pâdişah sanıp çiçek sunmaya kalkışınca, atını geri çekip Sultan’ı işâret etti. Sultan da "O benim hocamdır" diyerek çiçeklerin ona verilmesini istedi. 

Akşeyh, sekiz asırdır “müjdelenmiş Mehmedlerin” yolunu gözleyen Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin kabrini bularak ihyâ etti.

...VE AYRILIK

İki Mehmed, fethi böyle gördü. İstanbul'a böyle girdi. Birbirinden hiç ayrılmayan hoca- talebe arasına ise tarikat ilmi girdi. Akşeyh'in İstanbul'u bırakıp Göynük'e yerleşmesi ve Fâtih'den uzaklaşmasına sebeb olan mesele şöyle idi. Hocasını çok sevip sayan Fâtih, O'nun gibi olmak emeliyle tarikat yoluna girmek istedi. Akşeyh çok iyi biliyordu ki bu yola giren dünyadan vazgeçerdi. O zaman devlet sahipsiz kalır; İslam düşmanlarına gün doğardı. Sultan'ın İstanbul sevdâsına ömrünü veren Akşeyh, dervişlik sevdasına geçit vermedi. Lâkin vazgeçirmenin müşkül olduğunu görünce uzak olmayı tercih ederek Göynük'e yerleşti. 1459 yılında, vaktin geldiğini hissedip herkesle helâlleşerek vefât etti. 

Akşeyh'in talebesi ise nice zaferlere mazhar olduktan sonra, 1481'de nereye olduğunu söylemediği bir  sefere giderken zehirlenerek vefât etti. 

Hz. Peygamberin müjdesindeki gibi ne güzel kumandan, ne güzel askerdi.

Rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun 1969 yılında kaleme aldığı “Fetih ve Zaman” yazısını, Feth-i Mübin’in 562. yıldönümünde sizlerle paylaşmak istiyorum.  

“Mekânın cennet olsun Hünkârım!

Feth-i Mübin’den bu yana beş yüz on altı yıl oldu. Her yeni gün dünya daralıyor; eloğlu, göklerden, şimdi zamanı gönlünce kesip biçiyor. Görünürlerde yokuz henüz.

Nice zamandır, yıllar uzun, öyle uzun geliyor ki bize. Zaman fiilimizi aştı çoktandır; zamanı yapan biz değiliz artık. Dışımıza taştı, zaman dışımızda akıyor ve köpürüp kabaran dalgaları Hünkârım, uzaktan, itilmiş, yılgın seyretmek, sonsuzu kıran yabancı darbeler altında ezilmek öyle zor, öyle zor ki…

Âlem-i İslâm’ın zamanda fetretidir bu: yıkık mabetlere döndü gönlümüz. Ama gökler aralansın, diyorum; İsrafil’in borusu mu çaldı ne? Bunca kahrı toprak çekmez Sultanım; zamanı kul etmek emelindeyiz… Yeşeren dualarımızı göklere çek ve Hünkârım, âl-i Osman’a selâm et ki, şimdi bir başka güç ve bir ölümsüz ölçüyle, sonsuzu kuşatmak kavgasına yolcuyuz.

Evveli, kâfire uzun gelirdi, bitmek bilmezdi zaman.

Dünyayı şereflendirdiğiniz gün, Peygamber Efendimizin dudaklarından dökülen müjde, Murat Han’ımızın duâlarında yenilenmiş ve zaman kara bulutlar misâli çökmüştü kâfir üstüne. Zamanın ölçüsü müjdelenen fetihti. Bir mukaddes beyan bir ölümsüz sancak, sonsuzluğun içinden zamanı çekip süzmüştü Hünkârım; sonsuzluk zaman olmuştu. Efendimiz hadis-i şerifi ile sonsuzu kesmişti ve Ulubatlı Hasan otuz yiğidi ile dikince sancağı surlara, onu sınırlamıştı. Böylece zaman doğmuştu, o anda o güne kadarki zaman olmuştu.

Zamanın muhtevâsını veren bizdik.

Cümlenin gözü üstümüzde, fiilimizde idi. Küffâr için zaman, Ordu-yı Hümâyun sefer için otağ kuranda başlardı ve bitmezdi bir türlü. Korkuda zaman büyür Hünkârım ve bekleyiş onu çekilmez kılar. Akıncıların nal seslerini beklemek, çan seslerini keskin kılıçların habercisi diye beklemek. Zordu Hünkârım, kâfirin işi zordu gerçekten.

Buyruk çıkmıştı hakanımızdan, güneşi unutsun insanlar, demişti; biz ufuktan doğar doğar geçeriz!

Birbirinin üstünden yuvarlanıp aşan dağlar gibiydi zaman; o dağlar bizdik. Orta Asya’dan kopup, Orta Avrupa’da görünüşümüzdü zaman; Allah yolunda sancağı şerifin bir konaktan, bir başka konağa dikilişiydi. “Hey ana, bu zahmet din yolundadır. Zira bizim elimizde İslâm’ın kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyâr etmezsek bize gâzi demek yalan olur.” Târihe doğuşumuzla başlamıştı ve Kızılelma uğruna dökülen her damla kan, zamanı belirleyen nirengi olmuştu. Zamanı fiili ile yapan, onun sınır taşlarını diken bizdik ama, sığmazdık bu zamana; Kızılelma’ya ulaştığımız dem, zaman olacaktı bizim için. Yürüyen, coşup kabaran bizdik; bekleyen küffar.

Biz ebediyetle ölçüşürdük.

Bizans, günlerce göz kırpmadan boğazda yükselen hisarı seyretmişti. Konulan her yeni taşta Bizans, çâresiz, ümitsiz, yaklaşan kaderini görmüştü. O muhteşem eser mücessem zaman olup da çökmüştü kayzerin göğsüne ve en uzun günlerini yaşamıştı Bizanslı asker. Artık merdiven kavgası dolduramazdı zamanını; Boğazkesende başlayan zaman, ölüm ve korku yığmıştı surlara.

Osmanlı zamanı değil, yaptığı işi bilirdi Hünkârım; dur durak yoktu ki Osmanlıda zaman uzasın. Yetişemezdi zaman fiilimize, kim bilir yorgun düştüğü de olurdu. Vezir paşalarımız ve cümle asker-i İslâm yaşı, günü unutmuştu; sur diplerinde bir heyecan, bir iman fırtınası, hayatı sonsuza düğümleyip durmuştu. “Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilâkis onlar diridirler.” O gün, sur diplerinde kıyamet var, demiştiler. O gün bir âyetin sırrına erenler toprağa mâna vermiştiler.

Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden,

Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden.

Aydınlığa açmıştı sinesini şehr-i İstanbul. Ve bir çağ çökmüştü zaman içinden ve bir çağ şahlanmıştı gür mehterimizden. Surlar boyunca meşaleler yanmıştı son gece. Ve Ordu-yı Hümâyun tekbir ile o sabah surlarda görününce, secdeye kapanmıştı koca Hünkâr:

ALLAHU EKBER! 

ALLAHU EKBER!..”

  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    SON HABERLER
    EN ÇOK
    SPOR SONUÇLARI
    • 1. Galatasaray347725
    • 2. Fenerbahçe347431
    • 3. Beşiktaş346923
    • 4. İstanbul Başakşehir345919
    • 5. Trabzonspor345710
    • 6. Bursaspor345725
    • 16. Karabükspor3428-20
    • 17. Kayseri Erciyesspor3427-19
    • 18. Balıkesirspor3427-21
    • Tümü
    Sitemizdeki yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.Haber Yazılımı: CM Bilişim